Bu yazıyı aptal bir kadın gibi yazıyorum. Ne demek istediğimi, yazının devamını okuyunca anlayacaksınız.
Geçen hafta ailece hastaydık. Çocuklar şükür iyileşip pazartesi okula gittiler. Bense bir türlü tam olarak toparlanamadım. Yine de bugün masama oturup dün yazmaya karar verdiğim konuyu düşünmeye başladım. Zihnim bir bulutun içinde, ağrılarım devam ediyor ve zihinsel olarak hazır değilim. Her zamanki yoğun okuma, düşünme gayreti sonrasında elim defterime gidemeyecek. Bu nedenle ilhamla dolmayı beklemeden, “aptal bir kadın gibi”, yani boş bir zihinle yazmayı denemeye karar verdim.
Yazmaya karar verdiğim konuyu dün defterimin arasından düşen bir not belirledi. Sekiz sene önce elle yazmışım. Kaynağını hatırlamıyorum. Not şöyle:
“Su olun, dediğim zaman, akıntı olmayı kastediyorum; durgun olmayın. Hareket edin ve su gibi hareket edin.
Lao Tzu şöyle der: Tao’nun yolu akarsu yatağının yoludur. Su gibi hareket eder. Suyun ya da ırmağın hareketi nedir? Hareketin içinde birkaç güzel şey vardır. İlk olarak, her zaman derinlere doğru hareket eder, her zaman en alçak zemini arar. Hırstan yoksundur: Asla birincilik özlemi duymaz, sonuncu olmak ister.
Hatırla, İsa şöyle der: Burada sonuncu olanlar, benim Tanrı krallığımda birinci olacaklardır. Tao’nun akarsu yatağından bahsetmektedir. -onu anmamakta, ama ondan bahsetmektedir. Sonuncu olun, hırstan yoksun olun. Hırs, yokuş yukarı gitmek demektir. Su yokuş aşağı gider, en alçak zemini arar, önemsiz olmak ister. Kendisini tekil, sıradışı, olağanüstü ilan etmek istemez. Ego fikri yoktur.”
Bu notu okuyunca, birkaç gün önce Pelin Dilara’nın Substack’teki Kitap Kulübü’nün son buluşmasında bahsettiği Cem Şen’in yeni yıl gönderisi aklıma geldi. Şöyle diyordu Cem Şen:
“Yıllar önce bir yılbaşını Pekin’deki bir Taocu usta ile birlikte geçiriyordum. O akşam için bana “Tıpkı aptal bir adam gibi bir şey yapmadan oturmamı” tavsiye etmişti. Bu tavsiyesine uydum ve ondan sonraki yıllarda ben de yeni yıl mesajlarımı genellikle aptal bir adamın mesajı olarak verdim. … ”
Devamını merak ettiyseniz lütfen Cem Şen’in instagram sayfasında okuyun.
Çağın hastalıklarından biri olan verimlilik kaygısıyla bir “performans öznesi”ne dönüşmenin panzehiri böyle sade, duru bir şekilde yazılmış, zihnin ezberini yıkmayı amaçlayan, şaşırtıcı yazılar olabilir. Bazen bir cümle bile, eğer kısmetimizse, bizi ömrümüz boyunca bu hastalıktan koruyabilir.
Üniversitede “Felsefe Okulları” dersinde okuduğum Taoizm metinlerinden tek bir şey aklımda kalmıştı. Okuduğumda henüz yetişkin sorumluluklarıyla dolu bir hayat yaşamaya başlamadığım için hikmetini tam anlayamamış olsam da beni derinden etkilemiş olan öğreti şuydu:“Bir kova gibi boş olmak.”
Boş ol, diyordu Lao Tzu, Tao Te Ching’de. Boş ol ki, doldurulabilesin. Dolu bir kovayı doldurabilir misin? Kovanın işlevi boşluğundan gelir. Tao boştur. Tao boş bir kovadan başka bir şey değildir.
O zaman epey sarsıcı gelmişti bana bu fikir. Sonra bu fikri Steve Jobs’un öğrenme açlığıyla ilgili, "Stay Hungry, Stay Foolish" (Aç Kal, Budala Kal) sözüyle birleştirmiş, “Tabii”, demiştim, “kibirli insan birşey öğrenemez ki! Her şeyi bildiğini düşünür. Ne mutlu ki öğrenme iştahım, beni kibirli olmaktan koruyor.” Ve böyle düşünmekle, “Kova gibi boş olmak”, yine bir verimlilik aracı olarak zihnimde yer bulmuş oldu.
Zaman geçti; hayat hızlandı, anneliğin sorumlulukları ağır bastı; hayır diyemeyip kendi ışığımdan korktukça, en çok yapmak istediğim şeye, yazma eylemine sırtımı çevirdikçe, “okumak için boş vaktimin olması gerekir, dolayısıyla okumak bir lükstür!” diye düşünmeye başladıkça, Taoizm’in mesajını unuttum. Kova olmak eşittir kibirli olmamaktı. Yani zaten tüm dinler de bunu öğütlemiyor muydu? O zaman Taoizm’den öğreneceğim pek de birşey yoktu.
Sonra, verimlilik, daha doğrusu verimli olma kaygısı beni yavaş yavaş tüketti. Yani verimli olmasına verimliydim. Bir saniyemi bile boşa harcamamak için yoğun bir gayret içindeydim. Dinlenirken aslında güç topluyordum. Akşamları çocuklar yattıktan sonra, televizyon karşısında elimde ya şişler ya bir tığ ya da dijital çizim yapmak için ipad vardı. Elimde ilerletmeye çalıştığım bir şey olmadan dinleyemez, izleyemez olmuştum. Tek düşmanım hastalıktı. Bir kitabı elime alamayacak kadar hastalandığımda sinirlerim bozuluyordu. Hapse atılmış gibi bunalıyordum. Değerli dakikalarım gidiyordu. Hem bize Tao’yu okutan Mr. Voss, şunu dememiş miydi: “Bir gün yirmi dört saat değildir. Bir gün içine koyduğunuz kadardır!” Yani o zaman, mesela bir günü üç gün olarak yaşamak mümkündü ve ben yatakta hasta olarak üç gün harcarken, aslında dokuz gün harcamış oluyordum!
Uzatmayacağım.
Sonunda pandemi oldu.
Ve dünyaca hepimiz ağzımızın payını aldık.
Ve yavaş yavaş ben tekrar Taoizm’i hatırlamaya başladım. Şu basit fikri:
Kova ol. Boş ol. Boş ol ki, doldurulasın. Kovanın işlevi boşluğundan gelir.
Taoizm’in boş olmakla ilgili bir şeyler söylemiş olduğunu hatırlamış olmak, anlamaya yetmedi. Herkes gibi ekranlara gömülmüştüm ve daha akıllı, daha verimli olayım, zihnimi, ruhumu, bedenimi sürekli geliştireyim kaygısıyla yaptıklarımın bana çok önemli bir şeyi, “ilişkide olmayı” unutturduğunu anlayamadım. Yogalar, yoga terapiler, çeşit çeşit atölyeler, mentörlükler, eğitimler… Yazı-çiziyle uğraşan, okumayı seven, kişisel olarak gelişmeye, psikolojiye, bilime, felsefeye, edebiyata ilgi duyan çoğumuzun yaptığı gibi pandeminin doğurduğu Zoom nimetinden bol bol faydalandım. (Hâlâ da faydalanıyorum.)
Sonra Tao Te Ching’i veya Taoizmle ilgili herhangi bir metni okumak yerine, Kakuzo Okakura’nın “Çay Kitabı”nı okudum ve sadece boş olmanın değil, ilişkide olmanın önemini de hatırladım. Zamanı unutturan muhabbetin. İlişkide olmak ne demek? Yani eşin ve çocuklarınla, arkadaşlarınla, okuduğun yazarla, eski bir yakınınla, henüz tanıştığın bir insanla zamanı unutturacak denli yoğun bir sevgi ve ilgi alışverişinde olmak? Zihninde koskoca bir “zaman geçiyor, gençlik gidiyor, yetişmem lâzım, güçlenmem lâzım, daha çok okumam, anlamam, yeteneklerimi geliştirmem, zamanın her ânını fayda getirecek şeylerle doldurmam lâzım,” kaygısıysa sizin en iyi arkadaşınız, maalesef “zamanı unutturacak denli derin” bir muhabbet bağı kolay kolay kurulamıyor…
Böylece Taoizm’in “Boş ol,” öğretisini daha da anlamış oldum. Tabii anlamak da uygulamaya yetmedi. Belki de uygulamayı, hayatımı tamamen duvara bakarak geçirmek gibi anladığım için olabilir.
Artık verimlilik kaygısından tamamen kurtulmak gerektiğine inanmıyorum. Bu yüzden geçen seneden beri haftamın yarısını en gerekli gördüğüm çalışmalarla, okuma ve yazma planlarıyla doldurup, gerisini tamamen boş bırakıyorum. Çünkü bir şey keşfettim: “Ya hep ya hiç”i seçmek zorunda olmadığımı. Evet, hep de var, hiç de. İkisi de gerekli, ikisi de kabulüm. Bazen dünyanın en akıllı kadınıymışım gibi hissederek yazacağım. Bazen sahip olduğum tüm güçleri yardıma çağırıp, elimdeki metni tam mânâsıyla kavramak, koca romandaki tek bir kelimenin hakikatine varmak için ıslak bir bezi sıkar gibi tüm gücümle zorlayarak okuyacağım… Bazen aptal bir kadın gibi gayretsizce kelimeleri ardı ardına dizeceğim. Yazılarımı okuyan bir kişiye dahi ufak bir iyicil teması mümkün kılacağımı umarak (Yazı çöplüğüne katkı yapmamayı dileyerek). Bazen ikisinin arasında bir yerde, keyfini çıkararak. Ya da o haftaki yazıyı yazmak için ayırdığım zamanı duvara bakarak geçirmeyi tercih ederek. Hiçbir konuda ya hep ya hiç’i seçmek zorunda olmadığımı kendime hatırlatarak… Ölçülü ve dengeli bir hayat yaşamaya çalışarak. Zamanı unutturan bir muhabbete ya da amaçsızca durabilmeye yer açarak.
Yazımı, Pelin Dilara Çolak’tan şu alıntıyla bitirmek istiyorum ki, tehlikeyi unutmayayım:
“Yorgunluk, modern toplumda sürekli bir şeyler yapma zorunluluğunun sonucudur ve bu kesintisiz aktivite hali bireyler üzerinde aşırı bir baskı yaratır. Performans odaklı bireyler, kendilerini sürekli olarak geliştirmek zorunda hisseder ve bu durum kendi kendilerini sömürmelerine yol açar.
Daha fazla aktif olmanın daha fazla özgürlük getirdiğine inanmak bir yanılsamadır. Bu sürekli çaba, toplumda yeni bir şiddet formu yaratır ve bireyler üzerinde psikolojik ve fiziksel olarak yıkıcı etkiler bırakır.
Geç-modern toplum artık bir disiplin toplumu değil; performans toplumudur. Bu toplumun sakinleri, itaat özneleri yerine performans özneleridir ve kendi kendilerinin girişimcileridir. Disiplin toplumunun negatifliğinden farklı olarak, performans toplumu pozitiflikle tanımlanır ve “Yes, we can!” sloganıyla özdeşleşir.”
Açıkçası şu sıralar zamanı istediğim kadar verimli kullanamadığım için üzerimde çok büyük bir baskı hissettiğim bu dönem için bunu okumak ilaç gibi geldi. Ayrıca çok güzel bir yazı olmuş, hiç sıkılmadan okudum, çabanıza sağlık:) son olarak Tao da boş olmak kavramını ben de her türlü yeni fikre,düşünceye veya eyleme karşı açık olmak ve alan bırakmak gibi algılamıştım?:)
Tao te Ching de beni en çok bir misafir nezaketiyle yaşamak sözü etkilemiştir. Bir de suyun gücünün istikrarından gelmesi, küçük ama istikrarlı adımlarla ilerlemenin, hedefe ulaşmanın en önemli koşulu. Boş olmak sözünü ise olası tüm potansiyellere açık olmak gibi algılıyorum.