Merhaba!
.
Her hafta içime sinen bir yazı yazma disiplini, sömestr tatilinde geçirdiğimiz bir haftalık seyahat ve moralimi altüst eden Kartalkaya yangın haberi derken, bu yazıyı tamamlamak son ana kaldı. Bu yüzden biraz (biraz?) stres yaptım ve başlamak hiç kolay olmadı. Romanın ilk cümlesiyle giriş yapmanın mantıklı olacağını düşündüm. Ne de olsa ilk cümleler her zaman büyük önem taşır.
.
Bu bir özet ya da akademik bir inceleme olmayacak. Her zamanki gibi, okurken ilgimi çeken noktaları, beni düşündüren yerleri, yavaşlayıp tekrar okuma ihtiyacı hissettiğim bölümleri paylaşacağım. Bu yıl, her ay romanın bir Kitap’lık bölümünü ele alarak okuma sürecimi aktarmayı planlıyorum. Bu yüzden, yazılarım romanı benimle birlikte okumayanlar için çok anlamlı olmayabilir. Ama belki de bu vesileyle yeni okurları da davet etmiş olurum. Eğer siz de yeni geldiyseniz, yorumlarınızı ve düşüncelerinizi bu yazının altında veya Chat’te bekliyorum!
1 Fyodor Pavlovic Karamazov
“Aleksey Fyodoroviç Karamazov, tam on üç yıl önceki, sırası gelince anlatacağım acıklı, pek esrarlı ölümüyle o zamanlar herkesin bildiği (hâlâ anımsanır), bölgemizin toprak sahiplerinden Fyodor Pavloviç Karamazov’un üçüncü oğludur.”
Dostoyevski romana bir anlatıcı sesiyle başlıyor ve daha ilk cümlede, adeta bir dedikodu yapıyormuş havasında romanda okuyacağımız en önemli olayı karşısında dinleyen birine aktarır gibi söyleyiveriyor. Satırlarına, Fyodor’un evliliklerini ve bu evliliklerden sahip olduğu oğullarını tanıtmaya koyularak devam ediyor.
İlk Kitap’ı okurken, aklıma henüz lisedeyken okuduğum Yüzyıllık Yalnızlık’ta beni en çok zorlayan şey geldi: İsimler. Bu romanda isimler daha da kafa karıştırıcı çünkü yalnızca benzer isimlerde birçok karakter tanıtılmıyor. Her bir karakterin birden fazla ismi var; hattâ bazen isimler yerine lakap da kullanılabiliyor. Yüzyıllık Yalnızlık’ı okurken başındaki soyağacına sık sık bakmanın işimi ne denli kolaylaştırdığını hatırlayınca Karamazov Kardeşler için de bir tane çıkarmaya karar verdim. İlerleyen yazılarda bu soyağacını çeşitli bağlantılarla güncelleyeceğim. Şimdilik şu yeterli:
Bu kısacık üç sayfalık bölümde Fyodor’un sıfırdan nasıl zengin olduğunu, ilk evliliğini ve karısının başına gelenleri okuyoruz. İlk karısı Adelaida İvanovna Fyodor’dan ayrılıp yoksul bir papazla Petersburg’a kaçıyor ve orada ölüyor. Onun gitmesiyle Fyodor hemen evinde bir harem kurup içki alemlerine dalıyor. Fyodor’dan tiksinmemiz için elinden geleni ardına koymuyor romanın anlatıcısı. Henüz ilk sayfalardan Fyodor Pavloviç için şu sıfatları kullanmaya başlıyor mesela: kafasız, zırzop, zeki, kurnaz, mendebur, silik, iğrenç bir paskal, şehvet düşkünü, anaforcu… Dostoyevski bunca kötü sıfatı anlatıcıya sıralattırdıktan sonra ters köşe bir şey yazıyor Pavloviç için:
“İnsanlar -caniler bile- bizim sandığımızdan çok daha saf, temiz yüreklidirler çoğunlukla. Tabii biz de.”
Ve birinci kitabın ilk bölümü bize baba Karamazov’un esrarengiz ölümünün hikâyesini anlatırken dedikodulardan çok daha fazlasını, insan olmanın çelişkili yanlarını ortaya koyacağını hissettirerek bitiveriyor.
2 İlk Oğlunu Başından Attı
Fyodor içki ve sefahat alemleriyle meşgulken ilk oğlu Mitya’ya Fyodor’un uşağı Grigori kendi kulübesinde bakıyor. Haberi alan Pyotr Aleksandroviç, Mitya’nın annesinin teyze çocuğu olan uzak bir akraba, Mitya’ya sahip çıkmak için Paris’ten geliyor. Aydın bir insan Miusov, yani Pyotr Aleksandroviç. Hep Avrupa’da yaşamış, son derece bakımlı bir çiftliği, bine yakın köle köylüsü var. Sınır komşusu olan manastırla sebebi bilinmeyen bir nedenden dolayı kavgalı. Durumunu öğrenince Mitya’yı vasiliğine almak istiyor. Çocuğu Moskovalı yaşlı bir akraba kadına bırakıp tekrar Paris’e dönüyor. Çocuğu da unutuyor. Moskovalı kadın ölünce, çocuk evin bir eşyası gibi, kadının evli kızlarından birinin evine taşınıyor.
Mitya, babasının ona kalacak olan servetinden ötürü günün birinde özgürlüğüne kavuşacağını düşünerek büyüyen tek çocuğu. Havai, deli dolu, sabırsız, bazı tutkuları olan, eline geçen paraları har vurup harman savuran bir tip olduğu için babasının da kurnazlığı sayesinde servete konmak yerine babasına borçlu çıkıyor. Sonuç olarak babasına hiddetleniyor ve bu hiddeti “romanın dış konusu olan faciayı” doğuruyor. Anlatıcı beşinci sayfada Fyodor’un ölümünün oğlunun elinden olacağının ipucunu da veriyor.
3 İkinci Evlenme, İkinci Çocuklar
Fyodor’un ikinci karısı Sofya, evlendikten sekiz yıl sonra, iki erkek çocuğu (İvan ve Aleksey) doğuruyor ama küçüğü dört yaşındayken ölüyor. Bu çocuklarla da ilgilenmiyor Fyodor, onlara da uşak Grigori bakıyor. Sofya’nın velinimeti haberi alınca gelip Fyodor’u tartaklayıp çocukları alıp götürüyor evden. Fyodor yediği şamarların hikâyesini bütün kenti dolaşarak anlatıyor.
Bir generalin karısı olan velinimet kadın kısa bir zaman sonra ölünce iyi yürekli biri olan mirasçısı Yefim Petroviç Polenov, çocukların bakımını üstleniyor. Bu bölümde Fyodor’un ikinci oğlu İvan’ı tanıyoruz. Eğitimini, iyi okuyup yazdığını, çeşitli gazetelere günlük olaylar üzerine yazılar yazarak geçimini sağladığını, edebiyat çevrelerinde bile isim yaptığını ve o sıralarda her yerde tartışılan kilise mahkemesi sorunu üzerine hem kilisenin hem tanrıtanımazların alkışladığı şaşırtıcı bir yazı yazdığını öğreniyoruz.
İvan, anlatıcının hâlâ anlayamadığını söylediği bir nedenden ötürü kente gelip babasının yanında kalıyor ve Pyotr Aleksandroviç Miusov’la tanışıyor. Miusov da anlam veremiyor bu duruma:
“Mağrur bir genç; para kazanmasını her zaman becerebilecek bir tip; yurtdışına gidebilecek parası şimdi bile var. Şu halde burada ne arıyor?”
İvan’ın babasının üzerinde belirgin bir etkisi oluyor, kendine bazen çekidüzen vermeye bile çalışıyor. Anlatıcı, İvan’ın, ağabeyi Mitya’nın bir işi için kente geldiğinin sonradan anlaşıldığını söylüyor ama yine de “İvan Fyodoroviç esrarlı bir kişilik olarak kalmayı sürdürüyor,” anlatıcının gözünde. İvan, babasıyla kavgalı olan Mitya’yla babasının arasını bulmaya çalışır gibi görünüyor. Aile ilk kez bir araya gelmiş, bazı üyeleri ilk kez tanışmış oluyor böylece.
4 Üçüncü Oğul Alyoşa
Hikâyedeki şimdiki zamanda en küçük oğul Alyoşa (Aleksey Fyodoroviç) yirmi, ortanca oğul İvan yirmi dört, Mitya ise yirmi sekiz yaşındalar.
Bu bölümde anlatıcı önce uzun uzun Alyoşa’nın karakterini anlatıyor. Onun parayla, kadınlarla ve genel olarak insanlarla olan ilişkisini anlatırken bir keşişte olması gereken özellikleri sıraladığını düşündüm okurken. Ki o da zaten annesinin mezarını aramak için liseyi yarıda bırakıp kente geldiğinde manastırının ünlü Zosima dedesini tanıyınca ona “yüreğinin ilk sıcak sevgisiyle” bağlanarak ömrünün sonuna kadar manastırda kalmaya karar veriyor.
Bölümün devamında anlatıcı tekrar Fyodor’a dönüp onu ve rezilliklerini uzun uzun anlattıktan sonra Alyoşa’nın annesinin mezarını ziyaretiyle duygulanıp ilk karısının ruhu için bin ruble verdiğini anlatıyor. Hem bu parayı Alyoşa’nın annesi Sofya’nın değil de ilk karısının ruhu için vermesine anlam veremediğim, hem de ilk bölümde evlenirken de öldükten sonra da karısını sevip saymadığını ve türlü şekillerde onu aşağıladığını okuduğum için bu davranışının oldukça absürt olduğunu düşünmüştüm ki hemen ardından şu cümle geldi:
“Bu gibi insanlarda birdenbire ortaya çıkan duyguların düşüncelerin tuhaf atılımları olur.”
İlk Kitap’ta özellikle babanın, yani Fyodor karakterinin bir yandan oldukça karikatürize edilip abartılı bir tiplemeye dönüştüğünü düşündüğüm her seferinde anlatıcı onun şüpheli bir davranışını aktarıp peşin hükümlü olmamak gerektiğini hatırlattı bana.
Bölümün sonunda Alyoşa babasına rahip olmak istediğini açıklayınca, Fyodor hem onaylayıp hem saygısızca ve yer yer komik bir sürü laf ediyor ve şunu söylüyor:
“Beni suçlamayan tek insan sensin dünyada, sevgili yavrum, hissediyorum bunu, hissetmeden yapamam zaten.”
5 Dedeler
Alyoşa’nın gerçekçi olduğunu söylüyor anlatıcı. Ve mucize ile, yani Hristiyan inancının temelinde yatan olguyla ilgili bir tartışma başlatıyor.
“Gerçekçide mucize inancı doğurmaz, inanç mucizeyi doğurur.”
Alyoşa kalın kafalı ya da aptal biri değil, mucizeye inandığı için dine dönmüyor. Tanrı ile ölümsüzlüğün varlığına inandığı için ve “yarım yamalak bir uzlaşmaya” varmak istemediği, bu yolda sonuna kadar gitmek ve hatta “bir an önce ulaşmak” istediği için rahiplik yoluna giriyor.
Bu bölümde Alyoşa’ya dair ilk eleştirisini okuyoruz anlatıcının. Çağın gençlerinde olan “utkuya bir an önce ulaşma tutkusu”nun Alyoşa’da da olduğunu söylüyor. Yani özveriyle gençliklerinin beş altı yılını ağır bir bilimsel çalışmaya ayırmak yerine, kolay ve hızlı olanı seçip ölmeye istekli olduklarını. Anlatıcının da yavaş okumadan yana olduğunu görmek beni mutlu etti.
Zosima dedenin ve belki onu çok küçükken, annesi o dört yaşındayken ölmeden önce “sakin bir yaz akşamı”, “batmak üzere olan güneşin yatay ışınları” odaya dolarken onu “kutsal anneye emanet etmek istiyormuş gibi” tasvire uzatan annesinin etkisiyle yapıyor bunu.
Anlatıcı bu bölümde uzun uzun dedeleri, dedelik geleneğini anlatmaya başlıyor. Kentteki manastırın yalnızca dedeleriyle tanındığını, Rusya’nın her yanından dedeleri ziyarete gelindiğini söylüyor.
“Dede, sizin ruhunuzu, iradenizi alıp kendi ruhuna, iradesine bağlayan insandır. Kendinize bir dede seçtiniz mi, iradenizi bırakmış, onun buyruğuna girmiş oluyorsunuz.”
Dedeliğin bin yıldan beri doğuda denenmekte olduğunu söylüyor anlatıcı. Ben burada Mesnevi’de anlatılan şeyh ve mürit ilişkisini düşündüm. Akıl, körün sopası gibi, “tam akıllı” bir şeyhin yolunu sana buldurmak için var, diyor Rumi. O şeyhin yolunu bulduğunda sopaya ihtiyacın yoktur artık.
Dedelerin bazı durumlarda sınırsız yetkileri olduğuna, Patrik’in, dünyanın en büyük din adamının bile dedenin verdiği buyruğa karşı gelen birini bağışlamayacağına, bir buyruğu yerine getirmeden ölürse cenazesini toprağa gömmenin bile mümkün olmayacağına inanıldığını anlatıyor. Alyoşa’nın da bu inanışa sebep olan mucizeye ve Zosima dedenin gücüne, önemine tüm kalbiyle inandığını söylüyor. Türlü kötülüklerden ruhu iyice sindirilmiş basit halkın Zosima dedeyi gönülden sevdiğini, yeryüzünde “hakkı en sonunda kökleştirecek güce” dair tüm umutlarını ona bağladığını anlatıyor.
İkinci kitabın ana konusu olan toplantıya nasıl karar verildiğini anlatarak bu bölümü bitiriyor anlatıcı. Bu toplantıyı Zosima dedeyle Fyodor ve büyük oğlu Mitya’nın anlaşmazlıklarına çözüm bulabilmek amacıyla yapacaklar. Ortanca oğul İvan ve uzak akrabası Miusov bayağı bir meraktan, Alyoşa ise Zosima dedenin hakarete uğramasına dair duyduğu endişeden dolayı onlara katılacaklar.
Böylece İlk Kitap’ın sonuna geldim. Bu yazı bir özet olmayacak demiştim ama bu İlk Kitap giriş ve tanıtım amaçlı yazıldığı için mecburen mini bir özet gibi oldu. Yorumlarda, Chat’te ve şubat sonunda İkinci Kitap’a dair yazacağım yazıda görüşmek dileğiyle, şimdilik hoşça kalın!
Emek veriyorsununuz . Teşekkürler.
Dostoyevski yi daha iyi anlama adına benim için önemli bir eser sayabileceğim “Dostoyevski ve Biz ” isimli kitabı okumanızı önerebilirim. Nurcan Özkaplan Yurdakul' un bir araştırması. Eserleri ve karakterleri ile Dostoyevski' nin bakışını, Rusya yı, Rus aydınını ve aynı zamanda bizi yani Türkiye deki muadillerini kıyaslayan nadir bir kitap. Hatta Dostoyevski' nin eserlerinden çeviri yapılırken eserlerin orijinal haline sadık kalınmadığını, Dostoyevski nin Türklerle ilgili ifadelerinin tıraşlandığını veya hiç alınmadığını üzülerek öğrendim. Sanırım bir Rus milliyetçisi olan Dostoyevski bizi Ortodoks Rus İmparatorluğu' nün en güçlü düşmanı olarak görüyor ve bunu fırsat buldukça dile getiriyordu. ☺️