Yüreğimde hiçbir zaman kaybetmeyeceğim bir parçaya dönüşen bir film sahnesinin hikâyesi, şimdi öğreniyorum ki New York Times gazetesinin editörü Mike Levitas’ın 1990 yılının Kasım ayında Paul Auster’ı aramasıyla başlamış. Hatta daha öncesinde, Auster’ın bir romanını okurken, yazardan gazetede 25 Aralık sabahı yayınlanmak üzere bir “Noel hikâyesi” yazmasını istemeyi düşündürecek kadar etkilendiği anda. Bunun Auster’ın hangi romanından, romanın hangi satırlarını okurken olduğunu öğrenmeyi çok isterdim ama elimdekiyle yetinmek durumundayım.
İlk yazımda anlattığım, “Yavaşlamak”la ilgili hayatımdaki izleğin kaynağı, bundan tam otuz dört yıl önce bugün New York Times’ta yayınlanan Auster’ın Noel hikâyesini okuyan Wayne Wang’in, bu hikâyenin filmini çekmek istemesinden geliyor. Senaryosunu Auster’ın yazdığı, Wang’in yönettiği “Smoke” (Duman) filmini, ilk kez üniversitede ve sonraki on yıl içinde defalarca izlemiştim. Özellikle yavaşlamakla ilgili şu sahnesi benliğimde derin duygusal izler bırakmıştı:
Sahnede, hâlâ âşık olduğu karısı öldükten sonra tükenmişlik duygusuyla bir türlü yazamayan Paul, bir gün her zaman sigar aldığı dükkâna gelir. Kepengi yeni kapatmış olan Auggie, onun için dükkânı tekrar açar. Bu jest, Paul’un minnet duygusuyla yavaşlamasına ve kasanın yanında duran fotoğraf makinesini fark etmesine neden olur. Auggie’ye makineyi soran Paul, fotoğraf çektiğini bilmiyordum, der. Hobi diyebilirsin, der Auggie, beş dakikamı alıyor ama her gün çekiyorum. Güneş parlarken ve karda… bir postacı gibi. Ve dükkânın arkasındaki odada Paul’e albümlerini gösterir. Hepsi aynı bunların, der Paul. Zira Auggie her sabah saat sekizde dükkânının önüne tripod koyup aynı açıdan, kendi küçük köşesinden fotoğraf pozlayıp çekmiştir. Bu benim projem, hayatımın işi, der Auggie, Paul ise bunu anlayamaz, saçma ve gereksiz bulur. Bir albümden diğerine geçerken,
-Yavaşla dostum,
der Auggie.
-Ne demek istiyorsun?
-Çok hızlı gidiyorsun, resimlere bakmadın bile.
-Hepsi aynı.
-Hepsi aynı ama her biri birbirinden farklı. Aydınlık sabahlar, karanlık sabahlar; yaz ve sonbahar ışığı; hafta içi ve hafta sonu günleri; montlu ve tişörtlü, şortlu insanlar;
Bazen aynı insanlar, bazen farklıları.
Bazen farklı olanlar aynı hale gelir, aynı olanlar ise kaybolur.
Her gün dünya güneşin etrafında döner ve ışık dünyaya her gün farklı bir açıdan düşer.
O sırada Paul anlamaya başlar.
-Yavaşla, ha?
-Benim tavsiye ettiğim şey bu. Bilirsin, “Yarın ve yarın ve yarın, sinsice ilerler zaman.”1
Auggie bunları söylerken Paul bir fotoğrafta ölmüş eşine denk gelip ağlamaya başlar.
Bir sonraki sahnede Auggie’yi yine dükkanının önündeki köşesinde fotoğraf çekip defterini işaretlerken, Paul’u ise daktilosunun başında yazıp duvarda bir kâğıda işaret koyarken görürüz. “Yarın ve yarın ve yarın kendi köşelerinde sinsice ilerleyen zamanı” daktilosunun başında yakalamayı Paul de artık anlamlı buluyordur, tıpkı deklanşörünün başındaki Auggie gibi.
Filmdeki bu sahneyi “Auggie Wren’in Noel Hikâyesi”nde yazılı olarak bulduğumda çok sevindim. Nedense ben bu sahnenin, hikâyeyi genişletirken karakteri derinleştirmek için senaryoya eklendiğini düşünmüştüm. Kitabın Türkçesini bulamadığım için alıntıları filmin çevirisinden aldım.
Bu filmden ilhamla bundan tam on dört yıl önce bir öykü yazdığımı hatırlayıp arşivimden buldum. “Otuzaltı Kare” adını verdiğim öykümde şöyle yazmıştım:
“İlk karede iki ağaç var. Arkada sıradan bir köy evi. Kırmızı kapının önünde üçte bir kuralına uygun bir yere oturmuş objektife bakan, bakımlı, kocaman bir beyaz kedi. Fotoğrafı yoksa zihinden sonsuza dek silinecek sayısız andan bir tanesi. O anın kedi için bir değeri var mıydı bilmiyorum. Ben karışık duygular içersindeydim. Gerçi bu fotoğrafa baktığımda hissettiklerimin, evin önünde oturan semirmiş bir kedi fotoğrafıyla hiçbir alakası yok.”
Hatırlamaya izin verdikçe öykümle beraber daha fazlası; on yıl önce Akçay’da zeytin topladığım, sobanın üstünde mandalinanın kabuğunu yakınca çıkan kokuyu öğrendiğim, Kaz Dağları’nda ve yöredeki köylerde rastgele yalnız başıma dolaşıp analog makinemle fotoğraf çekerken yazacağım öyküyü düşündüğüm bir hafta; filmi -özellikle bu sahneyi- ve yazdığım öyküyü dedeme anlatma ânım, bu öyküyü yazarken hissettiğim kayıp hissi geliyor. Ve sonrasında dedemin vefatı, benim için büyük anlam ifade eden diğer sevdiğim insanlarınki ekleniyor… Hepsini uç uca bağlamışım meğer. Bu sahneyle ilişkilendirdiğim her şeyi birbirine bağlayıp bir sandığa kilitlemişim. Sandığı da bulamayacağım bir yerlere gömmüşüm. Zaman kapsülü gibi bir hafıza. Ölümünden sonra, “Paul Auster'la Konuşmalar” adlı kitabı masama koyduğumda kapaktaki klasik fotoğrafı, bana o sandığı bulduracak ve içindeki tüm anıların dışarı çıkmasını sağlayacaktı.
Otuzaltı Kare öyküsünü şöyle bitirmişim:
Bu yazı da, benden başka kimseye bir şey ifade etmeyen o otuz altı kare gibi yanmalı. İşte tam şuraya. Kabukların yanına.
Neyse ki öykümün hüzünbaz karakteri gibi yapmamış, öykümü seneler içinde değişen laptoplarıma rağmen kullandığım bulut sistemlerinin marifetiyle arşivimde tutabilmişim.
Bu tür sistemler sayesinde artık internete yazdığımız hiçbir yazının kaybolmayacağı bir çağdayız. Dijital ayak izi mi diyorlardı buna?
Yine de, mesela küresel felaket filmlerini düşünelim, ne kalır geriye tüm sistemler çöktüğünde? Örneğin ben yıllardır bu iş için satın aldığım fotoğraf yazıcısından çok sevdiğim fotoğrafların çıktısını alıyorum. Hiçbir zaman kaybolmamalarını sağlamak için değil bu tabii, ne de olsa kâğıt, yıpranır, solar gider eninde sonunda. Gözümün önünde bazı sevdiğim anları görmek iyi geliyor yalnızca.
Bu yazıyı yazmaya karar verdiğim gün, tesadüfen ekşisözlük’te, “Sanatçının Öyküsü” başlığında şu entry’e rastladım:
“ne zamandır kafamda bir şey var..
değer verdiğim her şeyin; müzik, fotoğraflar, filmler, belgeler..
aslında dijital ortamda taşınabilen her şeyi, bir usb belleğe doldurup
ölümümün ardından avucumda toprağa verilmek.
ölümün ardından anlamsız farkındayım,
ancak yaşadığın zamana bir farkındalık kazandırdığı kesin..”
Bu yazıyı yazmak için beyin fırtınası yaparken, tekrar aynı koyu melankolik hüzne ve çıkışsızlık duygusuna saplandım. Bu filmin yavaşlamaya dair sahnesi, yüreğimde taşıdıklarımı gün be gün kaybettiğimi, sıradan görünen anların, kokuların, tadların, artık görüşmediğim ya da mezarlarında yatan sevdiklerimin geri dönüşsüz bir şekilde yitip gittiğini anlatıyordu bana… Ne kadar çabalasam da bir şeyi sonsuza dek belgelemenin imkânsız olduğunu… Daha da kötüsü, şu anda yaşadığım her ânın, herkesin ve her şeyin aynı şekilde sonsuz kayboluşa teslim olacağını…
Filmi kaç kere izlersem izleyeyim, yine de yazarın Auggie’den aldığı dersin tükenmişliğine neden çare olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Karısının fotoğrafıyla karşılaşıp ağlayınca rahatlamış olduğunu düşünmüştüm sadece. Belki de öncesinde ağlayamamıştı… Kayıp duygusunun yarattığı kederin duygusal derinliğinden aldığım hazzın yanında yapışık olarak gelen karamsarlıktan bunalıp, yasla ilgili tüm konulardan dikkatle sakınan benliğimde kendime açmaktan özenle kaçındığım bir konuydu bu.
Bu blogda yavaşlamakla ilgili mutlaka anlatmak istediğim bu hikâyeyi, varlığını yeni öğrendiğim, “Paul Auster’la Konuşmalar” kitabını satın alıp masaya koyduğumda yazmaya hâlâ gönülsüzdüm. Ta ki “Duman’ın Yapılışı” bölümünü açıp, filmin senaryosunun aslında Noel için yazılmış olduğunu ve 25 Aralık’ta yayınlandığını öğrenene kadar. Bunu bir işaret olarak aldım ve beyin fırtınasına başladım. Fırtınayı koyu bir hüzün duygusuyla geride bıraktığımda Judith Malika Liberman’ın tükenmişlikle ilgili olan, “İçimde Çağlayan Bir Nehir Var” adlı atölyesinin son haftasının “ödev”lerinden henüz okumadığım son masalı okumaya başladım. Ve Liberman’ın “Masallarla Yola Çık” kitabından okuduğum şu paragrafı, bana yirmi yıldır bulamadığım çıkışı gösterdi:
“Sevdiklerimizin yüzlerini, zevk aldığımız bütün tatları, yaşadığımız yerleri onlardan ayrıldığımızda bile içimizde taşırız. Kalbin, içinde kendini her zaman güvende ve sıcak hissettiğin bütün sığınakların toplamıdır. Hayatta seni harekete geçirecek vizyon, yaşadığın bütün ortamlardan sana dokunan, sende kalan güzelliklerle var olur. Tamamen deneyimleyip minnet duyduğun hiçbir şeyi asla kaybedemezsin. … çünkü aşkın enerjisi onu senin bir parçan yapar. İlk adımını atarken bunu bil ve buna güven.”
Bu yazıma denk gelir mi bilemem, (yazarı olmadığım için mesaj gönderemiyorum) ama eğer okursa, USB bellekle gömülmek isteyen ekşisözlük yazarına ve bu konuda melankoliyi hatta zaman zaman kederi yüreğinde hissetmiş olan herkese bir mesajım var: Yalnızca zihnimizde değil, kalbimizde de bellek var. Benim, zihnimizdekinin aksine, kalbimizdeki belleğin asla kaybolmayacağına dair büyük bir inancım var. Çünkü gömülen şeyler yeniden yeşerebilir. Yeter ki “tamamen deneyimleyip minnet duymaya,” fırsat ve izin verelim.
Acı, intikam ya da öfkeden çok minnet duygusuyla beslenen, bu duyguyla yazmayı seven biri olarak, 9 Ocak’ta katılacağım bir kitap kulübü buluşması için Auster’ın “Brooklyn Çılgınlıkları” romanını okumaya karar verdim.
Anne Lamott’un iyi yazına duyulan minnetle ilgili şu paragrafı da buraya iliştirmeden edemeyeceğim:
“Bir yazar sizin fark etmenizi sağlar, dikkat kesilmenizi mümkün kılar; bu şahane bir hediyedir. İyi yazın için duyduğum minnetin sınırı yok; okyanusun varlığına şükrettiğim gibi iyi yazılara da şükrediyorum. Ögrencilerime de bu şükran hissinin kendilerinde olup olmadığını sorarım. Burada olma sebepleri de bu: Okumayı seviyorlar, iyi yazılmış eserleri seviyorlar, onlar da üretmek istiyorlar.”
Dünyadaki birçok insan gibi yeni yılda yeni listeler yapar mısınız bilmem ama ben bu yeni yılda şu listeden başka bir listeye ihtiyaç duymadığımı düşünüyorum:
Bende “silinmeyecek, sevgi dolu bir iz bırakmış olan şeylerin listesi.”
William Shakespeare, Macbeth